1 Ağustos 2013 Perşembe

"Neden?"

      

      Edebi bir söz söylediğini düşünmenin verdiği yalancı bir özgüven için yada derin bir anlamı varmış gibi görünen boş laflar etmenin sağladığı geçici bir bilgelik duygusu için söylenmemiş, yalın bir sözcüktü bu, “Neden”.

      Kendi kendine sorduğu ilk soru değildi bu ama hiçbir sorunun cevabı bu kadar derinden etkilememişti onu. Çünkü çok net olan bu cevap, kaçamak belkiler bırakmamıştı sığınması için. Aslında yok olduğunu, ilk kez farkedişiydi bu. Yeryüzündeki herhangi bir insanın, aslında hiç var olmadığını, ilk kez farkedişiydi belki de bu. O denli büyük düşünmemişti bu durumun ciddiyetini ama kendi dünyası için bu denli ciddi oluşunun da bir anlamı olmayacaktı aslında. Her zaman yaptığı gibi işten çıkmış ve evine doğru aynı yollardan, kulaklığından bıkımadan senelerdir dinlediği aynı şarkıları dinleyerek yürüyordu. Sokak lambaları yeni yanmış, karanlıkla aydınlık arasındaki arafta, kızıl bir gökyüzü vardı. Yazın serin günlerinden biriydi ve o yine, iş yerindeki arkadaşlarıyla tüm gün olan konuşmalarını ve yarına yapacağı işleri düşünerek yürümekteydi. Sürekli kendi içinden değişik cevaplar verirdi, olup bitmiş tartışmalara ve içini böyle rahatlatmaya çalışırdı. İşe de yarıyordu bu garip ritüel. Hiçbir zaman olay anında verdiği cevaplar tatmin edici gelmemişti kendisine. Hep içine attığı kısım, söylediğinden fazla oluyordu. O da içinde birikeni böyle boşaltıyordu. Komşular rahatsız olmasın diye televizyonun sesini hep kendi duyabileceği minimum sese ayarlardı. Asla arkadaşlarınınki gibi bilmem kaç artı bir ses sistemi olmadı çünkü hiç kullanmayacağını biliyordu. Kulaklığının sesini bile, alt komşuya ses gitmesin diye son sese getirmeden dinlediği zamanlar da olmuştu. Neyse ki bu saplantısı çok sürmedi. Karısıyla uyurken gece onu uyandırmamak için tuvalete bile kalkmazdı. Sabaha kadar sıkıntıyla uyanık bekler yine de karısını uyandırmayı göze alamadığı için yataktan çıkmazdı. Zaten hiç kıpırdamadan uyurdu yatakta. Yatılı okul yıllarında gıcırdayan ranzanın sesiyle oda arkadaşlarını uyandırmamak için gösterdiği üstün çabayla kazanmıştı bu alışkanlığını. Bir kere eve geç gelmişti. Aslında her zaman ondan önce evde olur ve onikide uyurdu. Hayatı boyunca onikiden sonra uyanık kaldığı neredeyse hiç olmamıştı. Bir hafta sonu arkadaşlarının yoğun ısrarına dayanamamış ve geç saatlere kadar dışarıda eğlenmiş, daha doğrusu arkadaşları eğlenmiş o da orada bulunmuştu, ve apartman kapısına geldiğinde komşularını uyandırmamak için ayakkabılarını eline alıp sekiz katı asansör bile kullanmadan çorapla yürümüştü. Kütüphanede okuduğu kitabın sayfalarını çevirirken etrafı rahatsız ettiğini düşünür, herkesin ona kınayan gözlerle bakacağını düşünerek okuduğu yeri bitirse bile saatlerce birisinin sayfa çevirmesini bekler ve onun sayfa seslerine kendisininkileri karıştırarak kamufle bir şekilde kitabının sayfalarını çevirirdi. Tüm bunlar ve daha fazlası aklına gelmese de, o gün, o anda ertesi gün birisine bir iş yapmasını rica etmenin en ince yollarını içinden tekrar tekrar konuşarak yürümekteydi. Bir anda aklına o soru geldi “Neden” Evet neden bu kadar düşünüyordu ki bu durumu. Garip olan, bu sorunun aklına nereden geldiğiydi aslında. Çünkü 35 yıllık hayatı boyunca, düşünmeye başladığından beri, hep böyle şeyler düşünmüştü zaten. Ama niye o an bunun garipliğinin farkına vardı ki? Bir cevap bulamadı soruya. Önemsemedi önce. Sonra yine sordu “Neden” diye kendi kendine. Bu sefer gerçekten bir cevap aradı. Kısa sürede buldu cevabı. O kadar netti ki bu cevap, karanlığın ortasında önüne düşen parlak dev bir göktaşı kadar gizlenmesi zor ve beklenmedikti. Arkasına sığınacağı bahanesi kalmamıştı. Hiçbir şey hayatında o an, o soruya verdiği cevap kadar net ve tartışmasız olmamıştı. Beş yaz önce deliler gibi sevdiğini düşünerek evlendiği yedi yıllık sevgilisi Nalanla, aile çay bahçesini andıran tahta masaları, sandalyeleri, küçük alçı köpeği ve süs havuzu olan o düğün salonundaki düğünlerinde, evlendirme dairesinden gelen, emekliliği geçmiş, işinden bıktığı her halinden belli olan aksi nikah memurunun sorduğu o soruya verdiği “evet” cevabından bile daha netti. Yada lise yıllarında bir sigara araması sırasında, en yakın arkadaşı Muratın çantasına tıkıştırdığı sigara paketi bulununca müdür yardımcısına verdiği o “benim değil” cevabını söylerken hissettiğinden bile daha emindi. O gün “Murat benim çantama koyduysa o sigarayı, demek ki benimdir” gibi sığınacak saçma da olsa bir cevap belirmişti aklında ama şimdi saklanacak yeri kalmamıştı artık. Cevap çok netti. O aslında YOKTU. Senelerce hep başkalarının gözündeki varlığı için yaşamıştı. Onların rahatını kaçırmamak için yaşamıştı. Onların hakkında hep iyi şeyler söylemesi ya da onun varlığını farketmemesi ama onun hakkında olumsuz bir kanıya varmamaları yada başkalarının hayatını olumsuz bir şekilde etkilelememek için yaşamıştı hep. O kendisi için hiçbir şey yapmamıştı. Çünkü ona hiç kimse “bunu yapamamlısın”, “bu yaptığın yanlış” “yada “bu davranışın beni rahatsız ediyor”, “hoşuma gitmiyor” dememişti. O hayatı boyunca yazılı yada sözlü hiçbir kuralı çiğnememiş, hiç kimseyi rahatsız etmemişti. Yani o aslında hiç var olmamıştı. Bu farkına varış anı çok kısa sürdü aslında ama tüm hayatını gözden geçirmesine yetti bu süre. İki sokak lambasının arası kadar mesafede, hayatında varlığını kanıtlayacak hiçbir delil bulamadı. Ve yine iki sokak lambasının arası kadar mesafede derin bir özür duygusu kapladı içini. Bu güne kadar hayatına girmiş bütün insanlardan özür dilemek istedi. Hepsine tek tek mektup yazacaktı. “Eğer anılarınızda yer kaplıyorsam, lütfen o anılar için beni bağışlayın. Çünkü o anılar aslında hiç yaşanmadı. Çünkü ben aslında yokum ve hiç var olmadım.” diye yazmayı düşündü. Sonra bu mektubu göndereceği insanları düşündü. Bulamadı. İş yerindekiler haftalarca gelmese aramazlar, sonra da yerine birisini alırlardı. Hiç biriyle evrak işi dışında bir paylaşımı olmamıştı zaten. Senede birkaç kez buluştuğu bir arkadaş grubu vardı. Onlar da uyumlu olduğu için, gittikleri mekanlarda etrafa kalabalık gözükelim diye onu çağırıyorlardı. Gitmese kimse bir daha aramazdı. Eski karısı, evet belki ona yazabilirdi bu mektubu. Onun da hep savunduğu şey buydu zaten. İddiasının ispatını, o annesinden kalma çürümüş çeyiz sandığında saklardı. Kızdıkça çıkarır mektubu, haklı çıkışına gururla bakardı. Zeki bir kadın mıydı acaba? Bu gerçeği ondan yıllar önce farketmişti ne de olsa. “Salladı tuttu işte. Bilerek söylememiştir o.” diyerek kendini avutmayı başardı. Bir an yok olduğunu unutmuştu. Eve yaklaştığını düşünüp, dünden kalan yemeği ısıtmayı bile düşünecek kadar bu gerçekten uzaklaşmayı başarmıştı. Ama olmadı. Yürümeyi bıraktı. Bir duvara oturdu. O aslında yoktu. Oturduğu duvarın soğukluğunu hissetti ama bu his aslında yoktu. Hayatı boyunca hissettiği başka duyguları düşündü. Onlar aslında yaşanmamıştı. Bütün duvarları yıkıldı. Bütün anıları ufalandı. Tozlu zihninin içindeki sonsuz boşluğu farketti. Bir süre yokluğunu sindirdikten sonra garip bir şekilde rahatladığını hissetti. Kafasının içinde dolaşan konuşmaların bir anda sustuğunu farketti. Varlığının tutsaklığından kurtulmuştu. Girmek zorunda olduğu kalıplar artık yoktu. Hiç düşünmeden ayağa kalktı ve evine doğru olmayan herhangi bir yöne doğru yürüdü. Bir şeyler hissediyor gibiydi ama ne olduğunu tarif edemezdi. Hava kararmıştı artık. Düşünmeden, gülümseyerek sadece yürüdü.
Share:

1 yorum:

Scroll To Top