Edebi bir söz söylediğini düşünmenin
verdiği yalancı bir özgüven için yada derin bir anlamı varmış gibi
görünen boş laflar etmenin sağladığı geçici bir bilgelik
duygusu için söylenmemiş, yalın bir sözcüktü bu,
“Neden”.
Kendi kendine sorduğu ilk soru
değildi bu ama hiçbir sorunun cevabı bu kadar derinden
etkilememişti onu. Çünkü çok net olan bu cevap, kaçamak
belkiler bırakmamıştı sığınması için. Aslında yok olduğunu,
ilk kez farkedişiydi bu. Yeryüzündeki herhangi bir insanın, aslında
hiç var olmadığını, ilk kez farkedişiydi belki de bu. O denli
büyük düşünmemişti bu durumun ciddiyetini ama kendi dünyası
için bu denli ciddi oluşunun da bir anlamı olmayacaktı
aslında. Her zaman yaptığı gibi işten çıkmış ve evine doğru
aynı yollardan, kulaklığından bıkımadan senelerdir dinlediği
aynı şarkıları dinleyerek yürüyordu. Sokak lambaları yeni
yanmış, karanlıkla aydınlık arasındaki arafta, kızıl bir
gökyüzü vardı. Yazın serin günlerinden biriydi ve o yine, iş
yerindeki arkadaşlarıyla tüm gün olan konuşmalarını ve yarına
yapacağı işleri düşünerek yürümekteydi. Sürekli kendi
içinden değişik cevaplar verirdi, olup bitmiş tartışmalara ve
içini böyle rahatlatmaya çalışırdı. İşe de yarıyordu bu
garip ritüel. Hiçbir zaman olay anında verdiği cevaplar tatmin
edici gelmemişti kendisine. Hep içine attığı kısım, söylediğinden fazla
oluyordu. O da içinde birikeni böyle boşaltıyordu. Komşular
rahatsız olmasın diye televizyonun sesini hep kendi duyabileceği
minimum sese ayarlardı. Asla arkadaşlarınınki gibi bilmem kaç
artı bir ses sistemi olmadı çünkü hiç kullanmayacağını
biliyordu. Kulaklığının sesini bile, alt komşuya ses gitmesin
diye son sese getirmeden dinlediği zamanlar da olmuştu. Neyse ki bu
saplantısı çok sürmedi. Karısıyla uyurken gece onu uyandırmamak
için tuvalete bile kalkmazdı. Sabaha kadar sıkıntıyla uyanık
bekler yine de karısını uyandırmayı göze alamadığı için
yataktan çıkmazdı. Zaten hiç kıpırdamadan uyurdu yatakta. Yatılı
okul yıllarında gıcırdayan ranzanın sesiyle oda arkadaşlarını
uyandırmamak için gösterdiği üstün çabayla kazanmıştı bu
alışkanlığını. Bir kere eve geç gelmişti. Aslında her zaman ondan önce evde olur ve onikide uyurdu. Hayatı boyunca onikiden sonra
uyanık kaldığı neredeyse hiç olmamıştı. Bir hafta sonu
arkadaşlarının yoğun ısrarına dayanamamış ve geç saatlere
kadar dışarıda eğlenmiş, daha doğrusu arkadaşları eğlenmiş
o da orada bulunmuştu, ve apartman kapısına geldiğinde komşularını
uyandırmamak için ayakkabılarını eline alıp sekiz katı asansör
bile kullanmadan çorapla yürümüştü. Kütüphanede okuduğu kitabın
sayfalarını çevirirken etrafı rahatsız ettiğini düşünür, herkesin ona kınayan gözlerle bakacağını düşünerek okuduğu yeri bitirse bile saatlerce
birisinin sayfa çevirmesini bekler ve onun sayfa seslerine
kendisininkileri karıştırarak kamufle bir şekilde kitabının
sayfalarını çevirirdi. Tüm bunlar ve daha fazlası aklına
gelmese de, o gün, o anda ertesi gün birisine bir iş yapmasını
rica etmenin en ince yollarını içinden tekrar tekrar konuşarak
yürümekteydi. Bir anda aklına o soru geldi “Neden” Evet neden
bu kadar düşünüyordu ki bu durumu. Garip olan, bu sorunun aklına
nereden geldiğiydi aslında. Çünkü 35 yıllık hayatı boyunca,
düşünmeye başladığından beri, hep böyle şeyler düşünmüştü
zaten. Ama niye o an bunun garipliğinin farkına vardı ki? Bir
cevap bulamadı soruya. Önemsemedi önce. Sonra yine sordu “Neden”
diye kendi kendine. Bu sefer gerçekten bir cevap aradı. Kısa
sürede buldu cevabı. O kadar netti ki bu cevap, karanlığın
ortasında önüne düşen parlak dev bir göktaşı kadar gizlenmesi
zor ve beklenmedikti. Arkasına sığınacağı bahanesi kalmamıştı.
Hiçbir şey hayatında o an, o soruya verdiği cevap kadar net ve
tartışmasız olmamıştı. Beş yaz önce deliler gibi sevdiğini
düşünerek evlendiği yedi yıllık sevgilisi Nalanla, aile çay
bahçesini andıran tahta masaları, sandalyeleri, küçük alçı
köpeği ve süs havuzu olan o düğün salonundaki düğünlerinde,
evlendirme dairesinden gelen, emekliliği geçmiş, işinden bıktığı
her halinden belli olan aksi nikah memurunun sorduğu o soruya
verdiği “evet” cevabından bile daha netti. Yada lise yıllarında
bir sigara araması sırasında, en yakın arkadaşı Muratın
çantasına tıkıştırdığı sigara paketi bulununca müdür
yardımcısına verdiği o “benim değil” cevabını söylerken
hissettiğinden bile daha emindi. O gün “Murat benim çantama
koyduysa o sigarayı, demek ki benimdir” gibi sığınacak saçma
da olsa bir cevap belirmişti aklında ama şimdi saklanacak yeri
kalmamıştı artık. Cevap çok netti. O aslında YOKTU. Senelerce
hep başkalarının gözündeki varlığı için yaşamıştı.
Onların rahatını kaçırmamak için yaşamıştı. Onların
hakkında hep iyi şeyler söylemesi ya da onun varlığını
farketmemesi ama onun hakkında olumsuz bir kanıya varmamaları yada
başkalarının hayatını olumsuz bir şekilde etkilelememek için
yaşamıştı hep. O kendisi için hiçbir şey yapmamıştı. Çünkü
ona hiç kimse “bunu yapamamlısın”, “bu yaptığın yanlış”
“yada “bu davranışın beni rahatsız ediyor”, “hoşuma
gitmiyor” dememişti. O hayatı boyunca yazılı yada sözlü
hiçbir kuralı çiğnememiş, hiç kimseyi rahatsız etmemişti.
Yani o aslında hiç var olmamıştı. Bu farkına varış anı çok
kısa sürdü aslında ama tüm hayatını gözden geçirmesine yetti
bu süre. İki sokak lambasının arası kadar mesafede, hayatında
varlığını kanıtlayacak hiçbir delil bulamadı. Ve yine iki
sokak lambasının arası kadar mesafede derin bir özür duygusu
kapladı içini. Bu güne kadar hayatına girmiş bütün insanlardan
özür dilemek istedi. Hepsine tek tek mektup yazacaktı. “Eğer
anılarınızda yer kaplıyorsam, lütfen o anılar için beni
bağışlayın. Çünkü o anılar aslında hiç yaşanmadı. Çünkü
ben aslında yokum ve hiç var olmadım.” diye yazmayı düşündü.
Sonra bu mektubu göndereceği insanları düşündü. Bulamadı. İş
yerindekiler haftalarca gelmese aramazlar, sonra da yerine birisini alırlardı. Hiç biriyle evrak işi
dışında bir paylaşımı olmamıştı zaten. Senede birkaç kez
buluştuğu bir arkadaş grubu vardı. Onlar da uyumlu olduğu için, gittikleri mekanlarda etrafa
kalabalık gözükelim diye onu çağırıyorlardı. Gitmese kimse bir daha
aramazdı. Eski karısı, evet belki ona yazabilirdi bu mektubu. Onun
da hep savunduğu şey buydu zaten. İddiasının ispatını, o annesinden kalma
çürümüş çeyiz sandığında saklardı. Kızdıkça çıkarır
mektubu, haklı çıkışına gururla bakardı. Zeki bir kadın mıydı
acaba? Bu gerçeği ondan yıllar önce farketmişti ne de olsa.
“Salladı tuttu işte. Bilerek söylememiştir o.” diyerek
kendini avutmayı başardı. Bir an yok olduğunu unutmuştu. Eve
yaklaştığını düşünüp, dünden kalan yemeği ısıtmayı bile
düşünecek kadar bu gerçekten uzaklaşmayı başarmıştı. Ama
olmadı. Yürümeyi bıraktı. Bir duvara oturdu. O aslında yoktu.
Oturduğu duvarın soğukluğunu hissetti ama bu his aslında yoktu.
Hayatı boyunca hissettiği başka duyguları düşündü. Onlar
aslında yaşanmamıştı. Bütün duvarları yıkıldı. Bütün
anıları ufalandı. Tozlu zihninin içindeki sonsuz boşluğu
farketti. Bir süre yokluğunu sindirdikten sonra garip bir şekilde
rahatladığını hissetti. Kafasının içinde dolaşan konuşmaların
bir anda sustuğunu farketti. Varlığının tutsaklığından
kurtulmuştu. Girmek zorunda olduğu kalıplar artık yoktu. Hiç düşünmeden ayağa kalktı ve evine doğru
olmayan herhangi bir yöne doğru yürüdü. Bir şeyler hissediyor
gibiydi ama ne olduğunu tarif edemezdi. Hava kararmıştı artık.
Düşünmeden, gülümseyerek sadece yürüdü.
gerçek anlamda var olabilmek için yok olmak...
YanıtlaSil